Gitgide kirlendiğimiz kesin. İçimiz dışımız, ruhumuz ve kelimelerimiz pas tutuyor, çürüyor. Ne yapmalı? Havalandırmalı, yıkayıp durulamalı, güneşe çıkarıp sermeli.
Yırtığını söküğünü dikmeli. Eşya mı bu, giysi mi? Güzel soru… Giysileri elden geçiriyor, yıkayıp ütülüyoruz. Bibloları, çekmece içlerini, kitap raflarını, sehpaları, pencere pervazlarını, nerede ne varsa kuytu köşe, hepiciğini siliyor, ovalıyor, ilaçlıyor, pak ediyoruz. İstiyor her şey, bakım görüm istiyor; temizlenip arınmak… "Aşklar da bakım ister, öğrenemedin gitti." der ya Cemal Süreya, sevgiler de hülyalar da inançlar da bakım istiyor ; yaşamak bakım istiyor.
Galiba bir gün dönüp bunca bilgiye, bunca mâlumata, alet edevata hatta bunca kelimeye gerek var mıydı? diye soracağız. Her şeyin yalnız yaşamaya, istemeye, sevmeye ve sevilmeye yetecek kadarına sahip olduğumuz zamanlara, çocukluğa dönmeyi çok isteyeceğiz. Eksiktik belki, ama güçlüydük. Kelimelerimiz kıttı, ama sözümüzün en tesirli olduğu çağlardı. Bir gün, bütün bu sahip olduklarımız, elimizin altındakiler, gözümüzün önündekiler, beynimizi ve gönlümüzü dolduran 'kalabalık', düşman olup çıkacak karşımıza. Esatiri varlıklar, gulyabaniler gibi yolumuzu kesecek, rüyalarımıza girecek, hülyalarımızı bölecek. Ne yolda, ne evde ne de uykuda rahat verecekler bize. Karabasanlar içinde yüzeceğiz gece gündüz. Bir gün öyle konuşup yazmaya başlayacağız ki kelimelerimiz tanınmaz olacak, şaşıracağız. Nereden geldi bunlar, kim kattı dağarcığımıza!
Okuma Lambası kitabında 'Türkçe ile Yıkanmak' diye bir yazısı vardır Enis Batur'un. 'Dilimiz de kirlenir' der orada. Kirleniyor; konuşmamıza, yazmamıza sirayet ediyor bu kir. "Türkçede yıkanmak, diyor Enis Batur, sanırım tek çıkış yoludur ." Arınmak… Nasıl? Tabii ki temiz Türkçeyle aşılayarak dilini. Duru dil, temiz dil, gelip dağarcığımıza yerleşen paslı kelimeleri, gevşekliği, savrukluğu sürüp çıkarır. Dranas'tan Nermi Uygur'a, Vüsat Bener'den Ataç'a, Dağlarca'dan Bilge Karasu'ya kendi 'arıtıcı'larını saymış Batur. Herkes kendince seçecektir dil arıtıcılarını. Ben, Yunus Emre'den başlardım, "İlk yaz güneşi gibi/ Mevc urup doğa geldim" dizesinden. Karacoğlan'la, Haşim'le, Refik Halid'le, Sezai Karakoç'la, Necatigil'le, Cemil Meriç'le, Rasim Özdenören'le… arıtırdım dilimi. Siz de seçersiniz kendi zevkinizce. "Sonuçta ne işe yarayabilir edebiyat?" Dilinizi yıkamaya, arıtmaya, durultmaya…
Hayatın da yıkanmaya ihtiyacı var. Düşüncelerin, kabullerin, sürüp giden alışkanlıkların, alışkanlıktan farkı kalmamış amellerin. Nasıl tazelenecek hayat, şevk ateşi yeniden nasıl tutuşacak? İmam-ı Gazali şöyle derdi: "Ömrün bitmiş, fakat sen yalvarmış yakarmışsın, sana bir gün daha verilmiş; işte şimdi öyle bir günde bulunuyorsun. Öyle bir günde ne yapacaksan, her gün aynı gayretle o işe sarıl, öyle çalış, öyle ibadet et, öyle yaşa." Yeniden doğmuşsun gibi, yeniden inanmışsın gibi. Değer verdiklerinin tümünü yitirmiş de yeni baştan bir değerler listesi oluşturuyormuşsun gibi.
Şu değerler ve 'değerliler' listemize bir baksak, kim bilir ne garip, ne gülünç ve ne çok yazıklanacağımız şeyle karşılaşırız. Sabrımızı geçmişin ve geleceğin belirsiz uçurumlarına salmışızdır. Durmuş, başkalarının hayatı üstüne konuşuyoruzdur. Ölüp giden hep başkalarıymış ve bize ölüm hiç yaklaşamazmış gibi ebedi bir varlık yontmuşuzdur kendimize. Ve bugünde yaşıyor olsak da hep dünlerde ve yarınlarda gezmektedir hayalimiz. Rasim Özdenören ne güzel söyler bir yerde: "Bugün ölmüş bulunanlar, ellerindeki fırsatı kaçırmışlardır. Yarın yaşayacak olanların ne yapabilecekleri onlara ait bir iştir. Değişik bir deyişle biz, ne bizden önceki insanların yapıp ettiklerinden sorumluyuz, ne de yarınkilerin yapıp edeceklerinden. Biz, sadece kendimizden ve kendi zamanımızdan sorumluyuz. Şu gün, şu saatte bu fırsat bizim elimize verilmiştir."
Bahar bakın dışarısı. Cümle bağ bahçe, toprak bakımda. Asmalar, ağaçlar budanmada. Ruhumuzun da bakımı için en iyi zamandır belki.